12 Eylül 2012 Çarşamba

Çünkü askerler böyle istedi

 
12 Eylül'ün futbolcu mağduru
 
1981'deki kupa finalini Ankaragücü ve Boluspor oynadı. Evren statüyü değiştirmişti; kupayı alan 1. Lig'e çıkacaktı. Rövanşta Boluspor'a kupayı getirecek golü Minas 35 metreden attı ancak hakem iptal etti. Minas, "Çünkü askerler böyle istedi" diyor.
 
 
 
12 Eylül 1980 darbesi nedeniyle yargılanan Kenan Evren'den, "Kunta Kinte" lakaplı eski futbolcu Minas Asa da şikayetçi. Asa, "1981'de takımım Boluspor, Ankaragücü ile Türkiye Kupası finali oynadı. K upayı alan birinci lige çıkacaktı. Tribündeki üst rütbeli askerlerin baskısıyla attığım nizami golü iptal ettiler. Ankaragücü'nün kupayı almasını sağladılar. O gol verilseydi heykelim dikilecekti. Bolu'da efsane olacaktım. Evren'i Allah'a havale ediyorum" diyor. 1980-81 sezonuydu. Kunta Kinte lakaplı Minas Asa; Rıdvan, Sercan ve Halil İbrahim gibi efsane isimlerle birlikte 1. Lig takımı Boluspor'da oynuyordu. Boluspor tarihinde ilk kez Türkiye Kupası finaline yükselmişti. Rakibi ise, 12 Eylül darbesini yapan Kenan Evren ve arkadaşlarından 'torpilli' olduğu iddia edilen Ankaragücü'ydü. Bu iddianın arka planında Evren'in talimatıyla yapılan yeni bir düzenleme yatıyordu. Türkiye Kupası'nı alan takım otomatik olarak Birinci Lig'e çıkacaktı. Ankaragücü ise bir süredir 2. Lig'de mücadele ediyordu. O dönemin tek söz sahibi askerler ise bu duruma müdahale ederek statüyü değiştirmişti. Kupa finalinin ilk maçı 6 Mayıs 1981'de Ankara'da oynanmıştı. Maçı Boluspor 2-1 kaybetmişti.

GOLÜ VERDİ AMA...

O maçta Boluspor adına atılan tek golü Ermeni futbolcu Minas kaydetmişti. İkinci maç ise 13 Mayıs'ta, Bolu'da oynandı. Bolu'ya tek gol yetiyordu. 17 bin kişilik stadyum hıncahınç dolmuştu. Maçın 84'üncü dakikasında 35 metreden attığı şutla takımını öne geçirdi Minas Asa. Hakem Sadık Deda önce golü verdi, ardından yan hakemin ısrarla yanına çağırmasıyla iptal etti. Herkes şoktaydı. İddiaya göre, tribünde oturan üst rütbeli askerler, yan hakeme "İptal ettir golü" diye baskı yapmıştı. Böylece Kenan Evren, Türkiye Kupası'nı Ankaragücü'ne verdi. 3 Haziran'da Devlet Başkanlığı Kupası'nı da alan takım Birinci Lig'e yükseldi.

ONU ALLAH'A HAVALE EDİYORUM

Minas Asa, aradan yıllar geçip de 12 Eylül darbecilerine dava açılınca, ilk kez konuştu. Asa, o gün yaşananları şöyle anlattı: "Bolu'da oynanan maçın ilk yarısı 0-0 bitti. İkinci yarıda iki takım da gol için bastırıyordu. Nihayet aradığımız golü benim ayağımdan bulduk. Dakikalar 84'ü gösteriyordu. Bizim kaleci uzun bir degaj yaptı. Top havadan gelirken, yere düşmesini beklemeden, kafamla Halil İbrahim'e pas verdim. O da hiç beklemeden topu önüme düşürdü. Önümdeki defans oyuncusunun dengesi bozuldu. Yaklaşık 35 metreden, çok sert vurdum. Kaleci Adil topu ancak ağlarda görmüştü. Hakem Sadık Deda orta sahaya koştu. Bizde bir sevniç ki sorma, taraftarlar çığlık çığlığa. Ne olduysa golden sonra oldu. Tribünlerdeki komutanlarla konuşan yan hakem, Sadık Deda'yı yanına çağırdı. Golün üzerinden 3-4 dakika geçmişti. Deda düdük çaldı ve pozisyonun ofsayt olduğuna karar verdi. Gol iptal oldu. Maç berabere bitti ve Anakaragücü, kupayı Kenan Evren'in elinden aldı. Attığım nizami gol geçerli sayılsaydı Bolu'da efsane olarak anılacaktım. Kenan Evren heykelimin dikilmesine engel oldu. Evren'i Allah'a havale ediyorum..."
"MAÇ BİZİM" "Kunta Kinte" Minas sözlerini şöyle sürdürdü: "Maçtan bir gün önce Boluspor'un kamp yaptığı tesisin önünde olağanüstü bir hareketlilik vardı. Resmi plakalı araçlardan üniformalı askerler iniyordu. Genelkurmay'dan üst rütbeli subaylar, valiyle birlikte bizi ziyarete geldi. Hiç unutmam, Tatar Selahattin, ben, yardımcı antrenör 'Japon Rıdvan' dışarı çıktık. Askerlerden biri 'Yarınki maç için hiç umutlanmayın, maçı kazanamazsınız' dedi. Şaka sandık önce ama asker ciddiyetini bozmuyordu, hiç şaka yapar gibi bir hali yoktu. Maçta yaşananlar kampta rütbeli askerlerin söylediklerini doğrulamıştı." Karabük, Bursa, Bolu, Adana Demirspor ve Eyüp'te futbol oynadığını belirten Asa, "Her iki ayağımı da kullanıyordum. 11 yıl profesyonel futbol oynadım. Sezon başına ortalama 15 golüm vardı. O maçta maddi manevi büyük kaybım oldu. Bana, 'Efsane Minas' diyorlar. Bolu'ya her gittiğimde omuzlara alıyorlar. Deda o golü verseydi tarihe geçecektim" diye konuştu.

KUNTA KİNTE LAKABININ HİKÂYESİ1980'li yıllarda, kölelik konusunu işleyen 'Kökler' herkesin takip ettiği bir diziydi. Minas 'Kunta Kinte' lakabı için, "Kısa saçlıydım. Takımda sağ bek oynayan İbrahim bana, 'Sen Kunta Kinte'ye çok benziyorsun' dedi. Öyle kaldı adım. Maçta uzun top atarken bana 'Kunta' diye bağırırdı arkadaşlarım" diyor.

'MÜDAHALE YOK O GOL OFSAYTTI'
Kupa finalini yöneten hakem Sadık Deda, "Golü, ofsayt olduğu için iptal ettim" diyerek iddialara yanıt verdi. Yaşananları 31 yıl sonra net hatırlamasının mümkün olmadığına dikkat çeken Deda sözlerini şöyle sürdürdü: "Golü yardımcı hakemimin bayrağıyla iptal ettim. Stadyumda her iki takımın taraftarları da vardı. Askerle konuşup golü iptal ettiğim iddiası doğru değil. Çok güzel bir maç yönettim. Yardımcı hakemlerim kimdi hatırlamıyorum. Ben golü iptal ettiğimde top kaleye gitmemişti bile. Aktif alanda bulunan bir Bolu oyuncusundan dolayı iptal kararımı vermiştim. Müsabakanın bitiminde bir gerginlik olmadı. Askerle falan konuşmadım. Böyle birşey olmaz, olamaz."

11 Eylül 2012 Salı

Niçin Statlara Gitmiyoruz?

 
 

Ahmet Orhan - Bir ülkenin futbol ülkesi olup olmadığını anlamak için futbolun oynandığı yerde izlenme oranına bakmak yeterli. Türkiye sohbet ortamlarının ilk iki maddesinin siyaset ve futbol olmasına rağmen, yayıncı kuruluş tarafından bu alana akıl almaz bir kaynak aktarılmasına rağmen ve hatta derbi günleri ülkede hayatın durma noktasına gelmesine rağmen ülkedeki statların doluluk oranı şaşırtıcı bir biçimde düşük.

Zaman zaman futbol yorum programlarında da bir eleştiri olarak gündeme gelir bu konu. Karşılaştırmalı olarak bakıldığında Premiere League’in stat doluluk oranı %92,2. En dolu tribünlere oynayan ikinci lig olan Bundesliga’da ise oran  %89,6. Türkiye’de ise sadece 4 büyüklerin statlarının doluluk oranı %60’lar civarında. Bu ortalamaya Süper Lig’de top koşturan diğer 13 takımın statlarını da dâhil edince sonuç çok daha vahim oluyor.

Maça mı 1 Mayıs’a mı?
Türkiye’de oranların düşük olmasındaki önemli faktörleri düşünecek olursak ekonomik koşulların belirleyici olduğunu göz ardı edemeyiz. İkinci bir faktör de statların fiziki koşulları, trafik sıkışıklığı, otopark sorunu, giriş çıkışlardaki yığılma vb. Statların asayişi algısı da insanları uzak tutan faktörlerin başında geliyor. Güvenliğin polisle sağlanmaya çalışıldığı statlarda ya göz yumma nedeniyle ya da aşırı önlemlerden kaynaklanan sorunlar yüzünden Türkiye’de “maça gitmek”le Taksim’de 1 Mayıs gösterilerine katılmak arasında pek bir fark kalmıyor. Bu sezonun ilk derbisi olan Beşiktaş – Galatasaray maçında aşırı önlemlerin kendisi maç girişinde pek çok tatsız olayların yaşanmasına neden oldu. Kapı önlerine çekilen polis otobüsleri nedeniyle labirentlerden tek sıra halinde ilerlemeye çalışan taraftarların tansiyonu durduk yere yükseltilmiş ve sonucunda gözaltılar yaşanmış oldu.

26 Ağustos 2012 /BJK-GS maçı Eski Açık giriş kapısı
Holiganizmin statlara gitmeme sonucunu doğuran faktörler arasında alt sıralarda yer aldığını düşünmek yanlış olmayacaktır.

 Hillsborough’dan Sonra Premiere League
Statlar ve doluluk oranlarındaki bir başka belirleyici faktörün canlı yayınlar olduğu düşünülebilir; ancak Avrupa’daki örnekler bunun çok doğru olmadığını gösteriyor. Rasyonel düzenlemelerle hem yayın gelirlerinin arttırılabileceği hem de statlardaki doluluk oranının en üst noktada tutulabileceğinin canlı kanıtı Premiere League.  EPL sadece Britanya ya da Avrupa’da değil dünyanın her noktasında izleniyor. Bu yıl için uluslararası yayın ihalesinde %40 ile %70 arasında bir artış bekleniyor.

1989’da Hillsborough’da FA Cup yarı finalinde karşı karşıya gelen Liverpool ile Nothingam Forest, futbol tarihinin en acı olaylarından birisine şahit oldu. Aşırı izdiham ve yanlış güvenlik önlemleri nedeniyle 94’ü statta ikisi sonradan olmak üzere tam 96 Liverpool taraftarı hayatını kaybetti, yüzlercesi yaralandı. Meşhur Taylor Raporu, olayın nedenlerini şöyle özetliyordu: “… OIay günü sorumlu otoriteler gevşek ve kayıtsız davranmışlar, gerekli güvenlik önlemleri alınmamış ve polis taraftarlara kötü davranmış idi. Rapor aynı zamanda futbol kulüplerinin geleneksel yapısının bu tür olayları önlemedeki zaaflarını da ortaya koyuyordu. Kulüpler genellikle profesyonel beceri düzeyi düşük amatör kadrolar tarafından yönetilmekte idi ve bunlar kapasitelerinin üzerindeki sorumluluk alanlarına sahip çıkmakta güçlük çekiyorlardı. Kulüplerin şirketleşmiş olması ve patronluk sistemi ile yönetilmeleri onları daha etkin ve verimli bir düzeye getirmemişti” (Kutlu Merih, http://www.futbolekonomi.com/).

Tarihindeki bu faciayı örtbas etmek yerine tartışan ve sonuçlar üretmeye çalışan EPL’nin en önemli startejisi yayın akışının taraftardan çalmaması için ünlü Taylor raporuna yapılan eklemelerle statlara yatırımı zorunlu kılması oldu. Yani alt ligden EPL’ye yükselmek için sadece puan toplamak yetmiyor. Stadınızı da belli kriterlere göre düzenlemeniz gerekiyor. Böylece havuzdan alınan paranın belli bir bölümünü stat iyileştirmesi için harcamak kaçınılmaz oluyor. 1992’den bu yana EPL kulüpleri statlarına 4 Milyar Sterlin dolayında yatırım yapmış durumda. Bu rakam neredeyse transfere ayrılan para ile başa baş.

Bununla birlikte, AB yasaları gereği birden fazla yayıncı kuruluşun yayınladığı maç programında da düzenlemeler yapıldı. Yayıncı kuruluşlar bir takımın maçlarının 26’sında fazlasını 10’undan da azını yayınlayamayacaklardı. (Kaynak: İsmail Şayan, Hayatım Futbol Sayı 44, www.hayatimfutbol.com)



Böylece Taylor raporundan sonra oturulur hale gelen statlar her sezon sonunda yenilenerek seyirci için daha konforlu ve güvenli hale getirilmeye başlandı. Bu sürecin endüstriyel futbol ve seyirci/taraftar geriliminde tartışılması pek çok mecrada hala sıcak bir gündem olma özelliğini koruyor. Ancak statlarda daha konforlu ve daha güvenli maç seyrediyor olmak için taraftarlığı seyirciliğe kurban ediyor olmamız gerekmiyor. Taraftarlar da müşteri olmak zorunda kalmadan en iyisini hak ederler elbette.
 
http://www.premierligturkiye.com/?p=1012

6 Temmuz 2012 Cuma

Bağrına Taş Basmak


Serendipity- Son 6 ayda Beşiktaş adına yaşanan ne varsa aslında kah güldürdü kah öldürdü. Siyahı da var beyazı da.

Sezon başında Demirören sultasından kurtulmak için en dibe varmaya razı olacak hatırı sayılır bir taraftar grubu vardı. Zaten dibe vurulmuştu; ama -mış gibi yapılarak idare ediliyordu uzun süredir.

Demirören’in bir futbol mucizesi olarak adlandırılacak biçimde Federasyonun başına geçmesiyle; artık -mış gibi yapan kimse kalmadı ortalıkta. Takke düşünce zaten bildiğimiz kel göründü. İşte bu dibin dibini kazıyan kel durum umutsuzluk yerine bir bayram havası estirdi ortalıkta. İbrahim Altınsay ve FEDA hamleleri güneşe doğru yürümeye azimli taraftarı daha da heveslendirmişti. UEFA’ya yapılan ilk savunma ve “biz yeni bir yönetimiz, eski yönetimin hatalarını kabul ediyor ve tekrarlanmayacağını garanti ediyoruz” açıklaması aynı zamanda içeriye de bir mesajdı. Tüm bunlar olup biterken Milangaz gölgesinde bile olsa basketbol takımının adım adım zirveye yolculuğu, “ayağa kalktık, geliyoruz” diye coşturuyordu hepimizi.

 İlk çatlak teknik direktör arayışı sırasında belirdi. 5 benzemez’in adı bir arada telaffuz edilmeye başlandığında ilk darbeyi de yedik, İbrahim Altınsay, gittim ben dedi. Bu haber, BBL şampiyonluğunu bile gölgeledi kimileri için. Ardından at başı giden iki süreç mide bulandırıcı oldu. Birincisi Levent Erdoğangillerin şantajıyla iş başına getirilen Samet (ki, küfürleri kulaklarımızda hala) diğeri de açıkça istenmediğimiz halde stat dilenciliği. Küçülme ve futbolculardan indirim talebinin kötü yönetilmiş olması da cabası elbette.

Samet konusunu bir sonraki paragrafa bırakmak üzere stat konusunda bir iki söz söylemek gerek. Türk Telekom Arena (ki bence adı Ali Sami Yen’dir) konusunda Beşiktaş taraftarının muhatabı Galatasaray taraftarı; Beşiktaş yönetiminin muhatabı Galatasaray yönetimidir! Bakanla, başbakanla futbol âlemi arasında kalın bir çizgi olmalıdır. İnönü (Şeref Bey) nasıl bizimse TT Arena (Ali Sami Yen) da Galatasarylıların evidir. Adam seni evine almak etmek istemiyorsa araya patronları sokup zorla girmeye çalışmanın âlemi yok. İstenmiyorsan uzak dur. Yarın bir gün, bugünkü gerilimi iş edinen iki üç ergen Taksim’de birbirine girip, arbededen bir bıçak darbesiyle mağlup ayrılacak olan tarafın vebali boynunda olur.

Bu süreçte “yönetim yenidir, acemilikleri olacaktır” diye düşünmek de gerekiyordu. Nihayetinde gerçekten taş ve altındaki elleri görmezden gelmenin hakkaniyeti de âlemi de yoktu. Ancak Samet hamlesi akıl alır gibi değil gerçekten. Kariyer gak guk demeyeceğim, bunların her biri mikro egemenliklerin meşrulaştırma araçları. Carlos Carvalhal ile Samet Aybaba’yı kefelere koyduğumda bana Carlos daha Beşiktaşlıydı gibi geliyor. Aybaba ailesi dışında Samet’in “Beşiktaş’ın Çocuğu” olduğunu hala söyleyen bir tek L. Erdoğangiller kaldı sanırım. Rıza’ya, Şifo’ya, MAF üçlüsüne büyük haksızlık bu. İlk icraatı Ernst’i kesmek olan bir hoca başarılı olsa bile takımın başında görmek isteyeceğim bir hoca değildir. Susurluk, Ali Fevzi Bir ve benzeri isimlerle yan yana anılmış bir teknik direktör benim için zaten bitmiştir. İki gün sonra Mehmet Ağar’ı ziyarete giderse şaşırmayacağım.

Bu sezon bağrıma taş basıyorum. Kombine konusu belli değil ama alsam da almasam da bu yıl benim için Beşiktaş yılı değil.

13 Haziran 2012 Çarşamba

Bir Emanetçi Olarak Mustafa Denizli


Serendipity- Fikret Orman göreve geldiğinde 8 yıllık bir kâbustan uyanmışçasına her şeyin çok iyi olacağına ilişkin çocuksu bir mutluluğa kapılmıştık. Sanırım, Orman başta olmak üzere yeni yönetimin tüm elemanları da aynı şeyi hissediyorlardı. Ancak günler ilerledikçe durumun tahmin edilenden de vahim olduğu ve öyle bir iki sezonda düzeltilemeyeceği anlaşıldı. Ne de olsa kozmik odaya girilmişti ve tüm kirli çamaşırlar oradaydı.

Kulüp aleyhine açılan davalar, bir türlü denkleştirilemeyen bir bütçe, vergi kaçakçılığı suçlamasının üzerine bir de Avrupa’dan men gelince yönetim de biz de çocuksu düşten uyanmış olduk. Futbolculardan talep edilen indirim sonucunda kimlerin kalacağı bile belli değil henüz.  Yönetimde birer Truva atı gibi duran bazı yöneticilerin her adımı sabote etmeye çalıştığını da düşünürsek, Fikret Orman’ın kendisini nasıl bir kuyunun içinde bulduğunu tahmin etmek zor olmayacak. Ha bir de şike sürecinin UEFA’dan nasıl döneceği konusu var elbette.
 
 
1 Mayıs’ta UEFA’dan çıkan “geçici” af, Orman yönetiminin özgüvenini şişirmiş ve bir iki gün önce gönüllü personel olarak aldıkları İbrahim Altınsay ile –bence- samimi bir biçimde projeler üretmek için düğmeye basmışlardı. Gel gör ki, işler öyle yürümedi. Cem Bilge ve Altınsay’ın istifaları başkanın zaten değişmekte olan stratejisini uygulamaya koyması için bir fırsat yaratmış oldu.

Önümüzdeki birkaç yıl boyunca hem kulübü düzlüğe çıkarmak hem yeni stat yapmak hem de sportif başarı kazanmak hiç mümkün görünmüyor. Ama biliyoruz ki, sportif başarı yoksa kelle avına çıkmış yönetici, gazeteci, digitürkçü kim varsa bir anda tepenize çöreklenir ve hiçbir projenizi hayata geçiremezsiniz.

İşte böyle bir durumda Mustafa Denizli’nin akla gelen ilk isim olması çok normal. 2009’un çift kupalı hocasının asıl başarısı o kupalardan çok yönetimle kamuoyu arasında bir tampon bölge oluşturmasıydı. Oynattığı futbol eleştirilse bile hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir yönetici olarak Denizli ismi, eğer anlaşma sağlanırsa, başkana ve yönetime geniş alanlar bırakacak gibi görünüyor. Bu geniş alanların değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini göreceğiz. Ama kesin olan şey şu ki, o çocuksu mutluluğun vaat ettiği “yeniden yapılanma” Mustafa Hoca’yla birlikte başka bir bahara bırakılmış olacak. Hoca eldeki malzemeyle takımı kurar, çıkar oynatır. Başarı gelirse ne ala; ama gelmezse de bir paratoner olarak Denizli, yönetime üç maymunları oynama şansı verir. Eğer bu birliktelik beklenmedik bir anda sekteye uğramazsa ve bu zaman zarfında kulübü hukuksal ve ekonomik olarak düze çıkarmaya çalışacak olan yönetim bu çabasında ilerleme kaydederse ancak o zaman “yeniden yapılanma” gündeme gelebilecek.
 
 
Yani cenazeye gitmek için çocukları komşuya bırakır gibi, zor günlerde futbol şubesi güvenilir bir emanetçiye teslim edilecek.
Yeniden yapılanma, altyapıyı belli bir felsefeyle oluşturma ve genç takımlarla A takım arasındaki sağlıklı köprüyü kurma işi, pek çoğumuzun düşündüğünün aksine büyük bir yatırım gerektiriyor aslında. Hem maddi hem de entelektüel bir yatırım. Böyle düşünüldüğünde Altınsay’ın göreve erken gelmiş ve yine çok erken gitmiş olduğunu söylemek mümkün. Yazık oldu.


15 Mart 2012 Perşembe

Büyük Ünlü Uyumu: CARVALHAL

Serendipity - Geldiği gün pek gürültü koparmasa da Digiturk’un sezon öncesi teknik adamları topladığı programda Carvalhal bütün dikkatleri üzerine çekmişti. Şansal’ından (kekeç kekeç ıkınması) Rıdvan’ına (Aureillo’ya Oleryo deyişi) yabancı topçu isimlerinde çuvallayan basınımızın en büyük derdi Carlos Carvalhal diyemeyişi oldu. Birden hocanın soyadının okunuşunun çok zor olduğu fikrinde birleşildi. Allahtan hoca imdada yetişti de “bana Carlos deyin yeter!” diyerek rahatlattı tayfayı.

Bunu duydular ya, başta Şansal’ın Sami Yen sansarı  Ömer Güvenç yıllarca karşılarında süklüm püklüm ezildiği teknik direktörlerin hıncını almaya başladı. “Karlos takımın oyunundan memnun musun la bebe!” tadında her maç sonrası ezikliğini törpüledi durdu. Tüm o insaniyetli tavrına rağmen aynı zamanda zeki de olan Carvalhal hiç ara vermeden, takım elbise altına giydiği (kamera boydan almıyor ya) spor ayakkabıları yapıştırdı Güvenç’in suratına “bak yine o uğurlu ayakkabılarını giymişsin”.

Halbuki adamın adı sadece 3 hece KAR-VAL-HAL. Hem büyük ünlü uyumuna da uygun. Ama KAR-LOS da olur tabi. Sevdiğimiz isimlerdendir.
Eğer bu akşam Madrid maçında (tur önemli değil) iyi bir performans koyarsa ortaya benim yazımın başlığı hazır “ÇAKAL KARLOS”.

27 Ocak 2012 Cuma

İki kupanızı da fenerbahçenizi de alıp gidiniz!

 Tavrımız Rıdvan Akar gibidir:


 Çarşı neden Demirören söylemine karşı değil?


Beşiktaş taraftarı olarak bizler kendimizi Çarşı olarak bilinen o büyük şemsiyenin altında hissederiz. Zira Çarşı pek çok konuda bizim adalet ve vicdanımızla örtüşen bir duruş sergilemiştir. Bunun son örneği Van için gösterilen duyarlılıktı.

Ancak saygınlık zor kazanılan ama çabuk kaybedilen bir haslettir.

Çarşı'nın Pluton'dan Etoo'ya, nükleer santralden Hasankeyf'e kadar pek çok konuda gösterdiği hassasiyeti kendi "varlık nedeni" ile yani Beşiktaş ile de göstermesini beklemek hakkımızdır.

Eğer sevdalısı olduğunuz kulubün başkanı Şike Soruşturması sürecinde Fenerbahçe'yi kurtarmayı kendisine görev edinmişse, eğer sevdalısı olduğunuz kulübün başkanı doğruları dile getiren -geçmişten beri dost olduğumuz- Altay Kulübünün başkanına "otur, haddini bil" demişse ve en beteri de sevdalısı olduğunuz kulübün başkanı "Fenerbahçemiz" sözcüğünü böylesine keyfiyet içinde kullanabiliyorsa, Çarşı'nın da bir tepki göstermesini beklemek hakkımızdır.

Aksi takdirde "Çarşı'nın neye karşı" olduğunu sorgulamaya başlarız ki o takdirde Çarşı'yı "Asi" yapan o A mahsun kalır....

Kusura bakmayın arkadaşlar, geçmişte çokça sorgulanan ve sizleri de çok rahatsız ettiğini bildiğim, "Çarşı - yönetim" iddialarını boşa çıkarmak içir tarihi bir fırsat elinizdedir. Bu fırsatı harcamamanızı tavsiye ederim.

En azından o Denizli maçında dayak yiyen Beşiktaşlılar için...isterim.

Benim duruşum ise şudur: Statta iki elimi havaya kaldırır ve çapraz sallarım:

YETER DEMİRÖREN